User:Sensiz001/sandbox/Nurkapisi Açılmıştır
This is not a Wikipedia article: It is an individual user's work-in-progress page, and may be incomplete and/or unreliable. For guidance on developing this draft, see Wikipedia:So you made a userspace draft. Find sources: Google (books · news · scholar · free images · WP refs) · FENS · JSTOR · TWL |
New article name goes here new article content ...
References
[edit]External links
[edit]
Zulüm karanlık anlamına gelir ki, hakların iadesi ve tövbeyle terk edilmezse sonu ateş, azap ve karanlık olur.
Zulmün kıyamet gününde zalim için karanlığa dönüşmesi, zalimin hesap gününde yolunu bulamaması, cezasının şiddetli ve dehşetli olacağı içindir.
Zulüm de tıpkı karanlık gibi ürkütücü ve güvensizdir. Koyu karanlık gecenin insan için neler sakladığını kimse bilemez. Karanlıkta dışarıda kalanların korkmaması mümkün değildir. Bu karanlık zalimlerin iç dünyalarında kim bilir neler biriktirir. Onlar için ne tuzaklar, ne korkular, ne ürpertiler hazırlar.
Zulmün kıyımın kol gezdiği dünyada kalbi aydınlık müminin kimden yana duracağı bellidir. Dünya ve ahiret imtihanında yüz aklığı için zulüm de zalim de reddedilmelidir.
Zulüm, birçok manayı ifade eden bir kavramdır. Eziyet etmek, işkence ve baskı yapmak, hak yemek hakka tecavüz etmek, söz ve fiilde aşırı gitmek, adaletli olmamak, bir şeyi eksik veya fazla yaparak işin hakkını vermemek gibi manalara gelir. Adaletin zıddı olan her şey zulümdür. Millet malına tecavüz etmek ve çalmak, emanete hıyanet etmek, haklıyı haksız çıkarmak, vazifesini istenilen şekilde yapmamak, başkalarına ait olan bir malı zorla ellerinden almak, işi ehline teslim etmemek yine zulümdür. Zulmün çeşitlerini ve şekillerini Efendimiz s.a.v. beyan buyurmuştur. Bu konudaki bir hadis-i şerif şöyledir: “Zulüm üç türlüdür. Bir zulüm vardır ki Allah onu affetmez. Bir zulüm vardır ki Allah onu affeder. Bir zulüm daha vardır ki Allah onun hesabını bu dünyada sorar. Allah Tealâ’nın affetmediği zulüm şirktir. Çünkü Allah, ‘Şirk büyük bir zulümdür’ (Lokman, 13) buyurmuştur. Allah Tealâ’nın affedebileceği zulüm, kulların kendi nefslerine karşı işlediği zulümdür. Rableri ile kendi aralarındaki işlerde yaptıkları hatalardır. Allah’ın hiç bırakmayıp, mutlaka hesabını soracağı zulüm ise kulların birbirlerine karşı işledikleri zulümlerdir. Allah bunların hesabını sorar ve zalimleri cezalandırır.” (Tayâlisî, el-Müsned, nr. 2223; Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, nr. 7588) Adalet ve zulüm Adalet ve zulüm birbirine zıt iki kavramdır. Gece ve gündüz gibi… Bir tarafta huzur, refah ve merhamet, diğer tarafta ise huzursuzluk, sömürü ve gayri insanî muameleler vardır. Adalet düzen ve huzurun temeliyken, zulüm bu temele yerleştirilmiş bir dinamittir. Adalet, Hakk’ı ve halkı hoşnut etmenin en güvenilir yoluyken, zulüm bu yolda yürekleri sızlatan bir felakettir. Adalet hakkın sesi ve soluğuyken, zulüm nefsin arzu ve istekleridir. Adalet dünya ve ahiretin biricik emniyet vesilesiyken, zulüm çöküş ve hüsran vesilesidir. Adalet Kur’anî hakikatin adı, zulüm insanî değerlere karşı saygısızlığın ve hadsizliğin adıdır. Adalet dengeyi koruma ve itidalli olmak, zulüm ise her alanda dengeleri altüst etmektir. Adalet bir fazilet, zulüm ise bir zillet, faziletsizlik, ahlâksızlık ve haysiyetsizliktir. Adalet kalbin sıhhati, zulüm ise bozulmasıdır. Buna göre adalet ile zulüm bir yerde barınmaz. Adalet varsa zulüm yoktur, zulüm varsa adalet yoktur. Hak, hukuk ve doğruluğun bulunduğu yerde zulüm olamaz, zalimler bulunamaz. Zulmün bulunduğu yerde ise hak yemek, insanları sömürmek, doğruluktan ayrılmak ve azgınlık vardır. Buna rağmen çoğu kere adalet ve zulüm bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde karıştırılır. Yani birçok zalim, adaletli davrandığını öne sürerek zulüm işler. Allah’a karşı işlenen zulüm İnsanın Allah’a karşı işlediği zulüm, hiç kuşkusuz şirk ve küfürdür. Zira zulmün en büyüğü yüce Allah’ın hakkını bilmemek, O’nun varlığını, birliğini ve ibadete layık tek mabud olduğunu inkâr etmek veya zatına ortak koşmaktır. O’ndan başkası ibadete müstahak değildir. Çünkü yaratan, yaşatan, akıl gibi üstün yeteneklerle insanı donatan, öldüren, diriltecek olan, sonra sorgulayacak olan O’dur. Bu nedenle ibadet yalnız O’nun hakkıdır. İbadette Allah’a başkasını ortak koşmak, Allah’ın hakkını Allah’tan başkasına vermektir ki en büyük haksızlık ve zulümdür. Abdullah b. Mes’ud r.a. şöyle demiştir: “‘İman edip de imanlarına zulüm karıştırmayanlar var ya, işte korkudan emin olmak onların hakkıdır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.’ (En’am, 82) ayet-i kerimesi nazil olunca müslümanlar telaşa kapıldılar ve: – Hangimiz zulüm işlemiyor ki, o halde mahvolduk, dediler. Durum Hz. Peygamber s.a.v.’e intikal etti. O da bu ayetin tefsirini yaparak müslümanları rahatlatan şu açıklamayı yaptı: – Hayır, burada kastedilen zulüm sizin düşündüğünüz değildir. O, şirktir. Lokman’ın oğluna hitaben söylediği şu sözü işitmediniz mi: ‘Yavrucuğum, Allah’a ortak koşma! Doğrusu şirk büyük bir zulümdür.’” (Buharî, Tefsir, Lokman, 1; Tirmizî, Tefsir, En’âm, nr. 3067) Hak Tealâ’nın varlığını, birliğini inkâr etmek zulüm olduğu gibi, iman esaslarından herhangi birini inkâr etmek de zulüm ve küfürdür. Peygamberliğe ve peygamberlere inanmamak da zulümdür. Nitekim Hak Tealâ buyurmuştur ki: “Şüphesiz ki onlara kendilerinden bir elçi geldi. Onu yalanladılar. Bunun üzerine onlar zulümlerine devam ederken, azap onları yakalayıverdi.” (Nahl, 113) “Nuh kavmini de peygamberleri yalanladıkları vakit, boğduk ve onları insanlara bir ibret yaptık. Zalimlere acı bir azap hazırladık.” (Furkan, 37) Allah’ın varlığına, birliğine, gerektiği gibi sıfatlarına ve diğer iman esaslarına inanma hususunda Allah’ın emirlerine ters hareket eden insanların zulüm içinde bulunduklarını, küfre girdiklerini gösteren daha başka ayet ve hadisler vardır. İnsanın kendine zulmü Zulmün çeşitlerinden biri de kişinin kendi nefsine yaptığı zulümdür. İnsan başkasına zararı olmasa da Allah’a karşı yükümlülüklerini yerine getirmediğinden, dünya ve ahiret saadetini mahvederek kendisine haksızlık etmekle zalim olmuştur. Bu çeşit zulüm, Allah’ın emir ve yasaklarındaki kusur ve ihmaller şeklinde olur. Nitekim Hak Tealâ: “Biz her peygamberi ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan bağışlanmayı dileseler, Rasul de onlar için istiğfar etseydi, Allah’ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı.” (Nisa, 64) “Sonra kitabı kullarımız arasında seçtiklerimize miras verdik. Onlardan kimi nefsine zulmedendir, kimi orta gidendir, kimi de Allah’ın izniyle hayırda öne geçendir. İşte büyük lütuf budur” (Fâtır, 32) Allah Tealâ insanı yaratıkların en şereflisi kılmış, kâinatta kendisinden başka her ne varsa hepsini ona hizmet için yaratmış, gönderdiği peygamberlerle de emir ve yasaklarını bildirmiştir. Allah’ın şerefli kıldığı insan Allah’tan başkasına ibadet ederse ve Allah’ın yasakladıklarını yaparak günah işlerse kendisine yazık etmiş, haksızlık etmiş olur. Allah’ın aziz kıldığını o zelil kılmış olur. İnsanın insana zulmü Bu zulüm, insanların diğer insanlara karşı işledikleri suçlar, günahlar ve haksızlıklardır. Zulmün en bilineni, kişi ile diğer yaratılmışlar arasındaki ilişkide cereyan eden zulümdür. Bu, başkasının mağduriyetine, maddi veya manevi zarar görmesine sebep olmak, hakkını gasbetmek, onu tahkir etmek, gıybet etmek, iftira etmek ve kötü muamelede bulunmak gibi bir hakkın zedelenmesine veya haksız menfaat sağlanmasına yol açan her şeydir. Zulüm denince akla ilk olarak insanların birbirlerine karşı gösterdikleri kötü, zararlı davranışlar gelir. Bunlar şiddetle yasaklanmış, böyle yapanlar azapla tehdit edilmiştir. Müslüman herkesle iyi geçinir, kimseye haksızlık etmez, yapılmasına razı olmaz. Nitekim Hz. Peygamber s.a.v.: “Müslüman müslümanın kardeşidir. Müslüman müslümana zulmetmez. Müslüman müslümanı (tehlikede ve başına gelen musibette) yalnız bırakmaz” (Buharî, Mezalim, 3; Müslim, Birr, 15) buyurmuştur. Mümin Hz. Peygamber s.a.v.’in tarif ettiği gibi, “Elinden ve dilinden diğer insanların emniyette olduğu kimsedir.” (Buharî, İman, 4; Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyame, 52, İman, 12; Darimî, Rikak, 4, nr. 2715) Kâmil ve gerçek müslüman, eliyle, diliyle başkalarına hiçbir şekilde zarar vermeyen ve zulmetmeyen kimsedir. İlk kan ilk zulüm Zulüm, insanlığın babası Hz. Âdem ile annesi Hz. Havva’nın (Allah’ın selamı onlara olsun) yeryüzüne gönderilişlerinden kısa bir zaman sonra ortaya çıkmıştır. Hz. Adem a.s.’ın oğlu Habil’in kendisini çekemeyen kardeşi Kabil tarafından öldürülmesi, insanlık tarihinde zulmü başlatan olaydır. Kabil, ihtirasları sebebiyle kardeşini öldürerek, insanların yaşama haklarını elinden alma zulmünde çığır açıcı oldu. Kendi nefsine ve kardeşine zulüm ile başlayan bu insanlık dramı, tarihî süreçte nice zalimlere ve zulümlere şahit olmuştu. O gün bugün bu zulüm her zaman, her yerde ve her devirde işlenir hale gelmiştir. Hayat devam ettikçe zalim ve mazlumlar da var olmaya devam edecektir. İktidarı tehlikeye girmesin diye erkek çocukları anneleri ile birlikte öldüren Firavun, kendi putlarına tapmadığı için Hz. İbrahim a.s.’ı ateşe atan Nemrut ve benzerleri… Her türlü zulmü ne Musa’lar yok edilebildi, ne de İbrahim’ler (Allah’ın selamı onlara olsun)… O zalimler, Allah’ın Kahhar ismi ile kahrolup gittiler. Başlarına gelen felaketler sonucunda ölümü bile arar oldular. Zalimler ihtiraslarını gerçekleştirmek için, üç günlük dünya hayatını refah ve sefa içinde geçirmek için zulmetmiş, diğer insanlar da bu uğurda kurban olmuşlardır. Zulüm, insanlık onurunu incitecek şekilde her geçen gün biraz daha artmakta. Dün tahtını garanti altına almak için minik bebeleri öldüren Firavunlar, bugün de aynısını yapmakta. Aralarında bir fark yok. İnsanlıktan çıkmış azgın zalimler, insanların kutsal ve mahrem değerlerine saldırsa da her devrin zalimleri karşısında zulmünü haykıran mazlumlar olmuştur. Hz. Adem a.s.’dan Efendimiz s.a.v.’e kadar gelen bütün peygamberler, yeryüzünde büyüklenenlere karşı adaletin mücadelesini vermişlerdir. Nitekim Hak Tealâ: “Andolsun biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik.” (Hadîd, 25) buyurarak, zalimlerle mücadele edilmesi gerektiğini bildirmektedir. Firavun’un karşısında Hz. Musa a.s., Nemrut’un karşısında Hz. İbrahim a.s, Ebu Cehil ve Kureyş’in karşısında Hz. Muhammed s.a.v. onların işlediği zulmü haykırmıştır. Zulüm ve insan kalbi Kalp hastalıklarından biri de hiç kuşkusuz zulümdür. Zulüm kalbi karartan, hasta eden, tadını kaçıran, Hak’tan uzaklaştıran, insanın ve cemiyetin huzurunu bozan büyük bir hastalıktır. Bundan kurtulmak şarttır. Hz. Peygamber s.a.v.: “Zulümden sakınınız. Çünkü o kalplerinizi harap eder” (Deylemî, Firdevsü’l-Ahbar, nr. 1556; Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, nr. 7639) buyurmuştur. Kalp harap olunca akıl ve düşünce dahil, diğer bütün azalar da harap olur. Diğer günahlarda olduğu gibi zulümde de kalp katılığı ve yanlış tutum birbirini üretir. Kişi yanlış yaptıkça kalbi katılaşır, kalp katılaştıkça yanlış yapar. Bir kimsenin kalbi ne kadar katı ise zulmü o derecededir. Bir kimsenin kalbinin karanlığı ne kadar artarsa kurtuluşa erme ümidi de o kadar azalır. Zalimin kalbi hidayet nuru ile aydınlanmış olsaydı, zulmün sonuçlarını düşünür ve buna yaklaşmazdı. İşte böyle kimselerin kıyamet günündeki cezaları, dünyada yaptıklarının karşılığıdır. Kalbinin kararması kıyamet günü insanı karanlıklar içinde bırakacaktır. Cabir b. Abdullah el-Ensarî r.a.’ın bildirdiğine göre Allah Rasulü s.a.v. şöyle buyurmuştur: “Zulümden kaçının. Zira zulüm, kıyamet günü sahibi için karanlık olacaktır. Cimrilikten de kaçının. Çünkü cimrilik sizden öncekileri helak etmiş, onları birbirlerinin kanlarını dökmeye, haramlarını helal saymaya sevk etmiştir.” (Buharî, Mezalim, 26; Müslim, Birr, 15, nr. 56; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/323) Zulüm ve haksızlık, gönlü Allah sevgisinden mahrum eder. İnsan kalbine hayat ve tat veren ilahî feyzin, nurun, ilmin, şuurun, desteğin yolunu tıkar. Bu yol tekrar ancak tövbe ile açılır. İyilik işlemek kalbe ışık, yüze aydınlık, rızıkta genişlik, bedene güç verir ve sevilmeyi sağlar. Kötülük işlemek de kalbe karanlık, yüze kararma, bedene gevşeme, rızka daralma verir ve halkın gönlünde nefretle anılmaya sebep olur. Kalbin dengeli ve sağlıklı olması adaletli olmasında, hastalıklı olması da zulüm, sapma ve bozulmasındadır. Eden kendine eder Haksızlık yapan ve zulmeden en büyük zararı kendine vermiş olur. Kendi iç dünyasını ve kendi ufkunu kendi elleriyle tüketir. Doğrusu acınacak halde olanlar zalimlerdir. İslâm dininde müminlere imanlarının ve içten Allah’a yönelmelerinin bir karşılığı olarak her işlerinde bir kolaylık ve rahatlık verilirken, Cenab-ı Allah’ın emir ve yasaklarına uymayarak dünya hayatına yönelenlere, kendi nefslerine zulmedenlere de zorluk ve sıkıntı layık görülmüştür. Yüce Allah: “Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir. Rabbin kullara karşı zalim değildir.” (Fussilet, 46) ve “İyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz o da kendinizedir.” (İsra, 7) buyurur. Bir defasında Hz. Ali r.a. yanındakilere: – Ben hiç kimseye bir iyilik ve bir kötülük yapmadım, buyurdu. Orada bulunanlar şaşırdılar ve: – Bu nasıl olur? Kötülük yapmadığınız doğru. Fakat hiç kimseye bir iyilik yapmadınız mı? Bizler sizin çok iyiliğinizi gördük, dediler. Hz. Ali r.a. buyurdu ki: – Ben her ne yaptımsa kendime yaptım, dedi ve şu ayeti okudu: “Kim bir iyi amel yaparsa bu onun kendi faydasınadır. Kim de bir kötü amel yaparsa bunun zararı kendinedir. Sizler sonuçta Rabbinize döndürülürsünüz. O size hak ettiğinizi verir.” (Casiye, 15) O halde benden meydana gelen her iyilik ve kötülük, aslında benim içindir ve banadır, başkasına değil.(Şa‘rânî, Tenbîhü’l-Muğterrîn, s. 81) Zulmün büyük cezası Zulüm, fıtratı bozulmuş, gönlü kirlenmiş, vicdanı kararmış insanların işidir. Zulüm işleyenler belki dünyada nefslerini tatmin edebilir, emellerine ulaşabilirler. Ancak ahirette kendilerini kötü bir sonun beklediğini asla unutmamalıdırlar. Zulmün cezası yalnız ahirette değildir. Zalim, dünyada da belasını bulur. Halka zulmedenler, halkın malına, ırzına, haklarına tecavüz edenler, kan akıtan, yürek sızlatan zalimler bilsinler ki Allah dünyada da onlar için birçok felaket ve musibet hazırlamıştır. Çünkü üç şey var ki cezası daha dünyada erişir, ahiret hesabı da baki kalır. Birincisi, hile ve münafıklık yapanlar, iftira edenler. İkincisi, zulmedenler, üçüncüsü de emanete hıyanetlik yapanlar… Allah bunlara bir müddet fırsat verse de asla ihmal etmez. İlahî adalet her zaman vardı, şimdi de var. Zalimler mutlaka cezalarını bulacaktır. Kötülüğü ile meşhur olan pek çok insan vardır. Fakat kötü işlerle onur ve huzur bulan yoktur. İnsanların en çok cehenneme girmelerine sebep olan da, başkalarına yaptıkları haksızlıktır. Bu zulümler başta hakkın iadesi, sonra tövbe ve terbiye ile temizlenirse ne âlâ, yoksa her kötülüğün bir hesabı ve cezası vardır. Mazlumlar hasretle o günü beklemektedirler. Çünkü Allah Tealâ, zalimlerden mazlumların hakkını almak için o günü belirlemiş ve adaleti yerine getireceğini vaat etmiştir. Kur’an’ın ifadesiyle kıyamet günü, “Sonra o zalimlere, ‘Ebedî azabı tadın bakın! Siz dünya hayatında neyi hak ettiyseniz, sadece onun karşılığını göreceksiniz’ denir” (Yunus, 52) buyurulmaktadır. Hz. Peygamber s.a.v. Miraç gecesinde üçüncü kat semada gördüğü bir taşı Cebrail a.s.’a sormuş, o da: – Bu taş Lut kavmine atılan taşlardan artakalan bir taştır, ümmetinin zalimlerine hazır beklemektedir, dedikten sonra “Bu taşlar, Rabbinin katında işaretlenmiştir. Bunlar zalimlerden hiçbir zaman uzak olmayacaktır.” (Hud, 83) ayetini okumuştur.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyan, 4/224) Hz. Peygamber s.a.v. Cebrail a.s.’a buradaki zalimlerden kastın kim olduğunu sorduğunda: – Ümmetinin zalimleri de dahildir. Hiçbir zalim yoktur ki semadan her saat düşen taşlardan birine hedef olmasın, demiştir. Rivayete göre bir gün Hz. Peygamber s.a.v. ashabıyla birlikte mescitte otururlarken büyük bir yıkıntı sesi işittiler. Bir duvar yıkıldı zannederek endişelendiler. Allah Rasulü s.a.v.: – Bu yıkıntının ne olduğunu biliyor musunuz, diye sordu. – Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler. Hz. Peygamber s.a.v.: – Bu Allah’ın yetmiş sene önce cehennemin üst tarafından attığı bir taşın sesidir ki dibine şimdi varmıştır, buyurdu. Hz. Peygamber s.a.v. sözlerini bitirince münafıklardan birinin evinden büyük bir feryat işitildi. Yetmiş yaşındaki bir münafık tam o vakit ölmüştü. (Müslim, Cennet, 31; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/371). Hak Tealâ da ibret olması için onu işittirmişti. Boynunda başkasının vebali Büyük günahlar içinde insanları en çok felakete sürükleyeni zulümdür. İnsanların en ziyade cehenneme girmelerine sebep olan, başkalarına yaptıkları haksızlık sebebiyle işlemiş oldukları günahlardır. İnsanların çoğu, uğradığı haksızlıklara karşılık olarak kendisine verilen iyilikler sebebiyle cennete girer. Bu iyilikler haksızlardan alınıp zulmettiği kişilere verilir. Bunlar mazlumun amel defterlerine yazılmış ve sabitlenmiş iyiliklerdir. İnsanın kendi iyilikleri birtakım hata ve günahlarla silinebilir ancak başkasından kendi hanesine geçen iyilikler silinmez. Allah Rasulü s.a.v. dünya hayatında zulmetmenin ahirette kişiyi iflasa götüreceğini bildirmiştir. Ebu Hüreyre r.a.’ın naklettiğine göre Hz. Peygamber s.a.v bir gün: – Müflis (iflas etmiş kişi) kimdir biliyor musunuz, diye sordu. Ashap: – Müflis bizim aramızda parası pulu olmayan ve elindeki sermayesini kaybedendir, deyince Rasul-i Ekrem s.a.v. şöyle buyurdu: – Ümmetimin içindeki asıl müflis şu kimsedir: Kıyamet günü bir sürü namaz, oruç, zekât ve diğer salih amellerin sevabı ile gelir. Ancak birine sövmüş, diğerine iftira etmiş, birinin malını çalmış, diğerinin kanını dökmüştür. Böylece üzerinde pek çok hak ile hesap yerine gelmiştir. Onun iyiliklerinden alınıp hak sahiplerine verilir. Borcu bitmeden hayırlı amelleri biter. Sonra alacaklıların günahlarından alınıp onun üzerine yüklenir. Böylece bir sürü günah birikir. İşte o kadar iyi amelle gelip de sonuçta böyle bir günah yükünü üstlenen kimse gerçekten iflas etmiş, asıl sermayesini kaybetmiş kimsedir. O bu kadar günahın cezasını çekmek üzere cehenneme atılır.” (Müslim, Birr, 15 (nr. 59); Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/303, 372) Zulüm, görüntü itibariyle çirkin ve ürkütücü, sonuç itibariyle acı ve etkilidir. Bir zulmün hangi sonuçları doğuracağı, hangi gelişmelere sebep olacağı önceden bilinemez. Çünkü mazlumun ahı zalimden yavaş yavaş çıkar. Hak Tealâ kimsenin hakkını kimsede bırakmaz. Bugün başkasına gücü yettiği için haksızlık yapanlar, yarın kim bilir nelerle karşılaşacaklar. Zalimin yanında durmak Kur’an, her türlü zulmü reddederken, zalimlerin yanında yer almayı da şiddetle men ediyor ve bu konuda biz müminleri şu ifadelerle uyarıyor: “Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp anlıyorsanız, ayetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz.” (Âl-i İmran, 118) Zalimin zulmüne yardım etmek haram olduğu gibi zalimlere meyletmek de caiz değildir. “Sakın zalimlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur. Halbuki sizin Allah’tan başka yardımcınız yoktur. Dolayısıyla zalimlere meylettikten sonra hiç kimse tarafından yardım olunmazsınız.” (Hud, 113) İlahî ikaz son derece açık ve ürpertici… Deniliyor ki zalimlere asla yanaşmayın, onların yanında yer almayın! Onların taraftarı, destekçisi, seveni olmayın! Onlara dalkavukluk yapmayın! Onların kötü işlerine özenerek bakmayın ki salih amellerinizin sevabı yok olmasın. Yoksa size de ateş dokunur! Ateş sadece zalimleri yakmaz, sizi de yakar. Ceza sadece zalimlere gelmez, size de gelir. Felaket sadece zalimleri kuşatmaz, sizi de kuşatır. Ashaptan Abdullah b. Mes’ud r.a. şöyle derdi: “Zalimi seven kimse, Rükn-i Makam (Kâbe’de, duanın mutlaka kabul olduğu yer) arasında yetmiş yıl kalıp ibadet etse, yine de kıyamet günü Allah onu sevdiğiyle beraber yapacaktır.” (Gazalî, İhyau Ulumi’d-Din, 2/936) Yusuf b. Esbat k.s. diyor ki: “Kim zalimin hayatı ve sağlığı için dua ederse gönüllü olarak Allah’a isyan etmiş sayılır.” (Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, 8/240) Süfyan-ı Sevrî k.s. de şöyle buyuruyor: “Zalimin yüzüne karşı gülümseyen, ona yakınlık gösteren veya onun bahşişini kabul eden kimse, İslâmî kaideleri bozmuş, selefin yolundan ayrılmış olur. Böylece o, zalimlerin yardımcılarından sayılır.” (Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, 724) Zulüm karşısında Mümin kimse başkasına zulmetmeyeceği gibi, hiçbir kimsenin zulme uğramasını da kabul etmez. Çünkü mümin bilir ki bir gün yaptıklarından ötürü Allah’ın huzurunda sorgulanacak ve üzerine aldığı kul hakları sahiplerine verilecektir. Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur: – “İster zalim ister mazlum olsun, kardeşine yardım et.” Orada bulunan sahabiler: – Mazluma yardımı anlıyoruz ama zalime nasıl yardım ederiz, diye sordular. Allah Rasulü s.a.v şöyle karşılık verdi: – “Onu zulümden alıkoyarsın, bu da ona yardımdır.” (Buharî, Mezalim, 4; İstitâbe, 7; Müslim, Birr, 16; Tirmizî, Fiten, 68, nr. 2255) Zalime yardım edin, yani zulmüne engel olmaya çalışın ki başkasına daha fazla zulmetmesin. Ona yardım edin ki kendine daha fazla zarar vermesin. Öyle ya o zulmüne devam ettikçe Allah’ın laneti, mazlumların ahı ve bedduası onun peşini bırakmayacaktır. Hem bu dünyada hem de ahirette yaptığı haksızlıkların karşılığını mutlaka görecektir. Siz yine de merhametli olun, ona engel olmaya çalışın. Kur’an-ı Kerim’de de, “Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız.” (Bakara, 279) buyrulmaktadır. Şu halde zalimin zulmüne rıza gösteren ve onu zulümden alıkoymak için ellerinden geleni yapmayan insanlar da zulümde ortaktırlar. İbn Abbas r.a.’ın rivayetine göre Allah Rasulü s.a.v. şu kudsî hadisi beyan buyurmuştur: “Hak Azze ve Celle hazretleri buyuruyor ki: ‘İzzetim ve celalim hakkı için eninde sonunda zalimden mazlumun intikamını alırım. Yine böyle bir mazlumun zulme uğradığını görüp de mazluma yardıma gücü yettiği halde yardımını esirgeyen katı yürekli kimseden de mazlumun intikamını alırım.’” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, nr. 7641) Mazlumun ahı Allah Tealâ ne iş ne söz olarak, ne gizli ne de aşikâr kötülüğün hiçbirini sevmez. Kötülüğün ilan edilmesinden ve açıklanmasından da hoşlanmaz ve bunu yapana gazap eder. Ancak zulmedilmiş, hakkına tecavüz olunmuş kimsenin feryat etmesine, zalim aleyhinde bağıra bağıra beddua etmesine izin vermiştir. Hatta zalimin kötü sözlerine karşılık verilmesine müsaade etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de: “Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez, ancak haksızlığa uğrayan başka…” (Nisa, 148) buyrulmuştur. Evet, haksızlığa uğrayan kimse kendisine haksızlık edene karşılık verebilir. Bu karşılık verme, kendisine söylenen çirkin sözleri aynen iade şeklinde olabileceği gibi beddua şeklinde de olabilir. Ancak sabredip kendisine kötü söz söyleyeni affetmesi, Allah’ın ikramına ulaşması için bir vesile olur. “Kötülüğün karşılığı yine onun gibi bir kötülüktür, fakat kim affeder bağışlarsa onun mükâfatı Allah’a aittir. Şüphesiz ki Allah zalimleri sevmez. (Şura, 40) Ayet-i kerime, kendisine kötü söz söylenen kimsenin aynen karşılık vermesinin hakkı olduğunu, ancak uğranılan şahsî haksızlık karşısında affedici olmanın hem büyük bir erdem hem de Allah’ın razı olacağı ve karşılığını vereceği bir davranış olduğunu ifade etmektedir. Mazlumun dua için Allah’a doğru kaldırdığı elden sakınmalıdır. Çünkü onunla Rabbi arasında hiçbir perde yoktur. Mazlum olan kâfir bile olsa duası kabul edilir. Hz. Peygamber s.a.v şöyle ikaz etmektedir: “Mazlumun bedduasından sakının! Çünkü o bulutlara yüklenir. Allah Tealâ buyurur ki: İzzetim ve yüceliğim hakkı için bir müddet sonra da olsa sana yardım edeceğim.” (Tirmizî, Cennet, 2; Süyutî, el-Câmiu’s-Sagîr, nr. 150) Enes b. Malik r.a naklettiğine göre Hz. Peygamber s.a.v. şöyle buyurdu: “Kâfir bile olsa mazlumun bedduasından sakınınız. Çünkü onun duası için Allah Tealâ’nın katında perde yoktur.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/153) Ebu Hüreyre r.a.’ın rivayetine göre de Rasul-i Ekrem Efendimiz s.a.v. buyurdular ki: “Şu üç kimsenin duası makbuldür. Bunda asla şüphe yoktur. Bunlar mazlumun duası, yolcunun duası, anne babanın çocuklarına duası.” (Tirmizî, Birr, 47, nr. 3448; Ebu Davud, Vitir, 29, nr. 1536) Beklenen adalet Güçlü olmak başkalarına zulmetme hakkını vermez. Adaletle hükmetmeyenler hem kendilerine hem de halka zulmetmiş olurlar. Hatta Kur’an’a ve Sünnet’e de zulmetmiş, Allah ve Rasulü ile savaş halinde olmuş olurlar: “Her kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Maide, 45) İşte bu nedenle insanın Allah’ın rızasını kazanması, cehennem azabından kurtulması ve Allah’ın sonsuz nimetlerine kavuşabilmesi için yapması gereken, Kur’an ahlâkını eksiksiz bir şekilde yaşamaktır. Her insanın bu ahlâka ulaşmak için çaba sarfetmesi, kişisel menfaatlerini bir yana bırakıp adaleti, merhameti, tevazuyu, şefkati ve barışı kendine yol edinmesi gerekir. Kur’an’da adaletin eksiksiz olarak tarifi yapılmış, iman edenlere karşılaşacakları olaylar karşısında nasıl davranacakları ve adaletin nasıl uygulanacağı bildirilmiştir: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletten alıkoymasın. Adaletli olun, takvaya yakışan da budur. Allah’tan korkup sakının. Şüphesiz Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir” (Maide, 8) Kur’an’da anlatılan gerçek adalet, insanlar arasında hiçbir ayrım yapmadan adaletle hükmetmek, zulme asla rıza göstermemek, zalime karşı mazlumdan yana tavır almak, ihtiyaç içinde olanlara yardım eli uzatmak demektir. Bu adalet, bir karar vermek gerektiğinde her iki tarafın da hakkını korumayı, olayları çok yönlü değerlendirmeyi, ön yargısız düşünmeyi, hakkaniyeti, dürüstlüğü, merhameti ve şefkati gerektirir. Bunlardan biri eksik olursa gerçek adaleti uygulamak zorlaşır. Adaletle hükmeden kişi tüm şahsî duygu ve düşüncelerini bir tarafa bırakarak kendisinden yardım talep eden iki tarafa da hakkaniyetli davranır. Her şart ve durumda doğrulardan yana olur, dürüstlükten asla taviz vermez. Kişi öyle bir ahlâka sahip olmalıdır ki kendi çıkarlarından önce karşı tarafı düşünmeli, kendisine bir zarar gelecek olsa dahi eğer hak karşı taraftan yanaysa, âdil olabilmelidir. Adalet ile zulüm karşılıklı iki yol gibidirler. Birine yönelen ötekine arkasını dönmüş olur. Adalet yoluna girmeliyiz ki zulüm bizden kendiliğinden uzaklaşsın. İslâm’ın nihaî hükmü İslâm, insan haklarının yok sayıldığı bir dönemde geldi. Canların, malların, ırzların, şereflerin, haysiyetlerin ve hürriyetlerin hesaba katılmadığı bir dönemde, insanlığa yeniden bu değerlerin kıymetini öğretti. İslâmiyet’in tek gayesi, yeryüzünde adaleti hakim kılmak ve zulmün her çeşidini ortadan kaldırmaktır. Zira peygamberlerin gönderilmelerinden maksat, ümmetlerine doğru yolu göstermek, her türlü zulmü terk ettirmek, insanlar arasında adaleti tesis etmek, güzel muameleyi temin etmek ve Allah’a kul olmanın yolunu göstermektir. Bunları kabul ederek peygamberlere iman eden ümmetler her zaman dünya ve ahiret saadetlerine nail olmuşlardır. Bunun aksine kötülük işleyenler, yoldan çıkanlar, adaletten ayrılıp zulüm işleyenler her zaman helâk olup gitmişlerdir. Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v., İslâm’ın yeniden hayata geçirdiği, insan hakları beyannamesi sayılabilecek olan Veda Hutbesinde şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Araba üstünlüğü olmadığı gibi beyazın siyaha, siyahın da beyaza bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır. Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir hak varsa, altın ve gümüşün geçmediği hesap günü gelmeden helalleşsin. Aksi takdirde, yaptığı haksızlık ölçüsünde iyi amellerinden alınıp hak sahibine verilir. İyiliği yoksa hak sahibinin günahından alınıp haksızlık eden kimseye yüklenir.” (Buharî, Mezalim, 10, Rikâk, 48; Tirmizî, Kıyamet, 2) Buna göre bütün insanlar insan olma yönüyle kardeş ve eşit haklara sahiptir. Her türlü sınıf farkları ve ayrıcalıkları kaldırılmıştır. Zulmün her türlüsü haram ve yasaktır. Bir insanın diğerine üstünlüğü ancak fazileti ve takvası oranındadır. Temel insan hakları koruma altındadır ve dokunulmazdır. İnsanlığın huzuru, güvenliği, gelişmesi ve başarısı, temel insan haklarının ayakta tutulmasıyla mümkündür. Bu haklardan hangisi zarar görürse insanlık o ölçüde rahatsız ve huzursuz olur.